Türk Modernleşmesinin ve Yükselen Güney Kore’nin Düşündürdükleri

Doç. Dr. Muhammet Özdemir 2024-02-05

Türk Modernleşmesinin ve Yükselen Güney Kore’nin Düşündürdükleri

Türk Modernleşmesinin ve Yükselen Güney Kore’nin Düşündürdükleri

Koronavirüs Pandemisi, Rusya-Ukrayna Savaşı ve İsrail-Filistin Savaşı’ndan sonra tüm dünyada genel bir gelecek kaygısı teşekkül etmeye başladı. Bu kaygının içinde bir taraftan tarih ve modernleşmeyi yeniden değerlendirmek gereksinimi var. Diğer taraftan 1945 yılından sonra kendini güncellemiş Amerikan-merkezci alternatif ve genişletilmiş modernliğin yetersizlikleri üzerine düşünmek gereksinimi var. Ayrıca coğrafi koşullarının izin verdiği sratejik avantajlar dolayısıyla hızlı bir kalkınma sürecine girmiş ve 2023 yılı içerisinde eriştiği ekonomi ve refah seviyesiyle dikkat çeken Güney Kore’nin gelişmekte olan toplumlar açısından anlamı yeniden analiz edilmeye muhtaç. En önemlisi İsrail hükümetinin Gazze’de yaptığı insan kıyımlarının Ortadoğu’nun kuzeyi ve çevresini nasıl etkileyebileceği etraflıca tartışılmaya ihtiyaç duyuyor. Tam burada Türk modernleşmesiyle ilgili yaklaşımların ve eldeki literatür ve argümanların yeniden değerlendirilmesi gerekiyor.

Öncelikle tarih, geçmiş hakkında bir araştırma ve değiştirilemez anlatılar üretme içeriği değildir. Bunun yerine o, geleceğe ilişkin olarak şimdiki zamanda yapılan bir değişim girişimidir. Uzmanlar ve aydın insanlar tarih üzerinde düşünerek onu yeniden içeriklendirir ve gelecek için değişimin doğru yönünü tayin etmeye çalışırlar. Türkiye’de üç dönemin yeniden ve etraflıca değerlendirilmesi gerekiyor. 10.-11. yüzyıllar, 13. yüzyıl ve 19.-20. yüzyıllar. Bir tanesi, 10. ve 11. yüzyıl Abbâsî Devleti’nde egemen olan Büveyhî Hânedanının dönemin bilgi, hukuk ve ekonomisi üzerinden toplumların –özellikle Türklerin ve Ortadoğuluların- kültürel şekillenişine yaptığı neredeyse kalıcı etkiyi içermektedir. Meselenin Mutezile, Mâtûrîdîler, Eş’arîler, İsmailîler, Fâtımîler ve Bâtınîler ile ilgili kısımları oldukça naif ele alınmış görünmektedir. İkincisi, büyük devletlerin yıkılışıyla birlikte dağılan İslâm toplumlarının 13. yüzyılda hayatta kalırken ve yeniden sosyal düzen arayışına girişirken geliştirdikleri savunma mekanizmalarını ve Büveyhîlerden miras kalmış kavramları nasıl değiştirdiklerini içeriyor. Üçüncüsü, moderniteyi Fransız İhtilali ve modernleşmesi üzerinden edinirken ilk kez ekonomik yetersizliğe bağlı olarak önce dağılan ve sonradan kurumsal yenilenme yoluyla yeni başarı hikâyeleri oluşturmayı deneyen İslâm toplumlarının çeşitli Batılılaşma ve yerlileşme deneyimlerini içeriyor. Bu üç tarihsel çerçeveyi yeniden değerlendirirken Çin ile ABD arasındaki İkinci Soğuk Savaş döneminin yol açtığı tereddüt ve merkezsizliği sadece deneyimler üzerine yoğunlaşarak bir fırsata çevirmek gerekmektedir. Çünkü belli ki 19. yüzyıl modernleşmesinde, 20. yüzyılın ilk yarısında ve özellikle de 1945’ten sonra Türkiyeli akademisyen ve aydınların tereddütlü düşünüşlerine merkezsizlik gibi bir olgu eklenmemiştir. Şu anda alternatif ve genişlemiş modernlik kavramı uluslararası seviyede ciddi ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bölünmeler meydana getirmiş gibidir. Tam burada Türkiye’yi ilgilendiren bütün felsefi, dinsel ve psikolojik kavramlar üç tarihsel kesit dikkatle etüt edilerek yeniden anlamlandırılabilirler. Bugünlerde Çin üniversiteleri –özellikle Pekin Üniversitesi- ve Güney Kore üniversiteleri –özellikle Seul Ulusal Üniversitesi Felsefe Bölümü- tam da bu işlerle meşgul olmaktadırlar.

Hem Çin hem de Güney Kore İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüde ABD’nin destekleriyle gelişme kaydetmiş ülkelerdir. ABD bu iki ülkenin yanı sıra bütün gelişmekte olan ülkeleri desteklemiş ve özellikle Batı Avrupa ülkelerine karşı güçlendirmiştir. Avrupa Birliği ülkelerinin kendi geliştirdikleri bağımsız bir kültür içeriği olduğuna yönelik iddialar büyük ölçüde naif iddialar gibi görünmektedirler. Amerikan Rüyası Çin, Güney Kore, Singapur, Malezya, Endonezya, Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya, Brezilya, Meksika, Arjantin, Kolombiya, Polonya, Çekya, Litvanya, Mısır, Kazakistan, İran, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Hindistan gibi neredeyse bütün gelişmekte olan ülkelerin ortak modeliydi. Bu modelde Avrupa-merkezcilik yerine yerel seviyede her ülkenin kendi modern öncesi tarihini bugüne taşıdığı ve bu arada uluslararası seviyede ise ABD tarafından geliştirilmiş insan hakları, popüler tüketim ve piyasa kültürü ve küresel değerlerin kabullenildiği bir günlük yaşam içeriği tasarlanmıştı. Avrupa-merkezcilikte de bu yeni kültürde de modernleşme aslında yetkilendirilmiş ve zenginleştirilerek güçlü kılınmış insanlar eliyle yapılmaktaydı. Bu nedenle ilk yeniden değerlendirilmesi gereken yukarıdan aşağıya doğru modernleşmenin yanlış olduğuna dair tezdir. Çünkü bu tez Amerikan demokrasisinin güncel olanaklarını doğru yorumlamanın yanı sıra insanın toplumsal ve iktisadi doğasına dair önemli bir saptamayı göz ardı etmişe benzemektedir. İkinci olarak yeniden değerlendirilmesi gereken vakıa oryantalizm eleştirilerinde içerilen tarih yazımı deneyimleri ve sosyal psikolojik ayrıntılardır. Aydınlanmanın edilgen modernleşen toplumlardaki alımlanma şekli yabancı dil bilen insanların aydınlatma ayrıcalığına sahip oldukları yanlış bir bilgi edinme ve edindirme pozisyonuyla malül idi. Artık içerideki deneyimlerin iktisat ve sosyal psikoloji açısından değerlendirildiği kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Her günkü deneyimlere daha fazla kulak verilmesi gerekmektedir.

Türk modernleşmesi 19. yüzyıldan 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna değin devlet eliyle tanımlanmış, yönetilmiş ve geliştirilmiştir. Türkiye’nin yanı sıra sırasıyla Almanya, Rusya, Çin ve Japonya’da da modernleşme böyle gelişmiştir. Liberal eleştirilerin aydınlanmacılığı tartışmaya açan vizyonu 20. yüzyılın son çeyreğinde kesinlikle yanlış değillerdi, ama eksiklerdi. Kurumların yeniden dizayn edilmesini ekonomik ve sosyal psikolojik seviyede tanımlayan bakış açılarının çok-düşünüşlü ve çok-faktörlü bir niteliğe sahip olmaları gerekmektedir. Sözgelimi Güney Kore de temelde devlet eliyle ve devletin desteklediği iş girişimcileriyle özellikle 20. yüzyılın üçüncü çeyreği sonlanıp da dördüncü çeyreğinin başlamasından itibaren meyve veren bir çağdaşlaşma modelini deneyimlemiş gibi görünmektedir. Burada eğitimin ve aydınların işlevi önem kazanmaktadır. Nitekim Güney Kore’de çalışkan vatandaşlar vücuda getirilebilmiştir, ama burada da sosyal psikoloji üzerine ciddi hazırlıklar yapılmadığı için insanlarda toplumsallaşma ile ilgili doğru değerler henüz oturmuş görünmemektedir. Bir modernleşme modelinin “tepeden inme” olarak algılanmasının nedeni çok muhtemelen ayrıcalıkların emek ve üretim esasına dayanırken toplumsal deneyimlerin önemli bir kısmında geçerlilik ve tutarlılık ilkelerinin kaybediliyor olmasıdır. Geçerlilik ve tutarlılık gereksinimini devlet veya yetkili bazı insanlar yerine toplumun geneline yaymak gerekmektedir. Çünkü geçerlilik ve tutarlılık gereksinimi her günkü çalışma ve toplumsallaşma değerlerine yaslanmak zorundadır. 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde gelişmiş dijital teknolojiye rağmen en önemli sermayenin dünyadaki bütün ülkeler için insan kaynakları olduğu yeniden fark edilebilecektir. Bireyselleşmenin en önemli yan etkisi bütün toplumlarda geçerlilik ve tutarlılığı içermesi gereken toplumsal işbirliğinin organizasyonunda yaşanmaktadır. Bu aşamada oryantalizmden edinilmiş söylem oluşturma ve söylemle yaşamın gerçek sorunlarının çözümlenmeden bırakılması süreçleri terk edilmelidir.

Bazı ülkeler yeraltı kaynaklarına, bazı ülkeler insan kaynaklarına ve bazı ülkeler de jeostratejik ve jeopolitik özelliklerine dayanarak kalkınma planlamasında bulunabilirler. Bunların her biri önemlidir ve her ülke önce birine yaslanarak başlayabilir ve diğerlerini geliştirebilir. Türkiye’nin en önemli özelliği coğrafyasının sağladığı avantajların kalıcı olmasıdır. Ülkemizin bunun hep farkında davrandığı söylenebilir. Bununla birlikte bu farkındalığın artırılması ve daha verimli ve etkin işe koşulması gerekmektedir. İkinci olarak insan kaynakları sorununun önce psikolojik seviyede ve sonra değerler seviyesinde çözümlenmesi lazımdır. Psikoloji, değerler ve etik söz konusu olduğunda artık İslam’ın tarih, bilgi, hukuk, ekonomi ve psikoloji açısından daha gerçekçi ve Arapçanın ve İngilizcenin göz ardı edilmediği bir bakış açısından tarif edilebilmesi bir ihtiyaç olmaktadır. Türkçenin ve Türk kimliğinin Arapça ve İngilizceye dâhil olup bu iki farklı tarih ve kültürü kendi gereksinimlerine göre konuşlandırıp yorumladığı; kendisine her ikisine kıyasla daha üstte bir öznellik rolü keşfedebildiği bir deneyimsel izah geliştirilebilmelidir. Böyle bir izaha ciddi seviyede mesai ayrılması ve yatırım yapılması elzemdir. Ne var ki bunun bilimsel ve felsefi ölçütlerde olması gereklidir. Teknoloji demek insan kaynaklarının nitelikli üretmesi demektir. Yeraltı kaynakları ancak geliştirilmiş bir teknolojiyle birlikte değerlendirilebilir.


Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0